Hypatia'nın Araştırmacı Ruhu

Araştırmacı bir insanın yazıları

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Fransız Filmleri Üzerine Bir Yazı



Amerikanvari filmlerin rövanşta olduğu günümüzde birazcıkta olsa Fransız filmlerine değinmek istedim. Çok Fransız filmi izleyen bir insan değilim fakat izlediğim sayılı Fransız filmlerinden beni etkileyenler üzerine bir yazı yazmak istedim.



            Fransa denilince aklımıza ilk gelen nedir? “Paris Âşıklar Şehri”  dediğinizi duyar gibiyim. Tolstoy bile arkadaşına yazdığı bir mektupta “Azizim bu şehir ne zaman benim üzerimde tesir etmez hâle gelecektir.” Demiştir. Doğal olarak filmlerde de aşk konusunun ağırlıklı olarak işlenmesi normal gibi görünüyor değil mi?  Benim izlediğim filmlerde de “Aşk nedir?” “Aşk oyun mudur?” “Aşk gelip geçici midir?” “Aşkta güzellik” olguları zaman zaman anlamsız olmakla birlikte zaman zamanda sürrealist bir biçimde işlenmişti. Bu işleniş biçimleri de adeta beni filmlerin içine çekiyordu... eğer Amerikan yapımı klasik romantik komedilerden sıkıldıysanız ve aşk ve yaşam üzerine birazda felsefi düşünmek istiyorsanız birazdan kısa bilgilendirmelerine geçeceğim filmleri izlemenizi içtenlikle tavsiye ederim.



             “Fanfan”  Fransız yapımı bir film bilincinde olarak izlediğim ilk filmlerden birisidir. Fanfan, sahip olduğu aşkı korumaya çalışan Alexandre ile gerçek aşkı bulmaya çalışan Fanfan’ın hikâyesidir. Alexandre evlenme arifesinde Fanfan’a aşık olur ve bunun sonucunda duygularla düşüncelerin ince bir ip üzerindeki cambazlıkları başlar filmde. 



                Alexandre’ın duyguları ve düşünceleri arasında sıkışmasından yola çıkarak aşk ve tutkunun çeşitli hallerini birazdan bahsedeceğim “Jeux D'enfants”’takine benzer masalsı mizansenlerle ekrana taşımışlardır.

             Baş rollerini  Sophie Marceau ve Vincent Perez canlandırmıştır ve bence ikisinin de oyunculuğu gayet başarılıdır. Filmin senaryosu aynı isimde yayınlanan kitabından uyarlanmıştır. Filmi izlemeden önce kitabını okumak isterseniz eğer” Fanfan - Alexandre Jardin -Can Yayınları “ google da arayarak internetten sipariş vermenizde mümkündür.
             


                Diğer bir bahsetmek istediğim film ise “Jeux D'enfants” (Türkçe adı Cesaretin Var mı Aşka?) dır. Annesi kanser ve ölmek üzere olan Julien ve göçmenliğin zorluğu ile başa çıkmaya çalışan Sophie arasında özel bir bağ vardır. Bu bağ oynadıkları cesaret oyunu sayesinde güçlenmektedir.Filmin konusu izlemeye başladığınızda daha iyi anlarsınız sürrealist bir biçimde işlenmiştir.Filmde aşkın genel olarak bir oyun olup olmadığı sorgulanmaktadır. 



-Öp beni Julien !
+ Bu bir oyun mu ?
Aslında her şey bir oyun olarak başlamaktadır fakat sonrasında aşk ve oyun birbirine karışmaktadır.




           
Le Hérisson”(Yaşamaya Değer) ise beni etkileyen başka bir Fransız filmdir. Filmin başrolündeki Paloma 11 yaşında hayatın anlamsız olduğunu ve hayatına 12. Yaş gününde anlamlı bir şekilde son vermeye karar vermiş bir kızı canlandırmaktadır. Elinde bir kamera ve 12. Yaş gününe kadar aile bireylerinin videolarını çekerken yalnız kaldığında da yaşam hakkındaki düşüncelerini kameraya aktarmaktadır. Oldukça zeki bir kızdır.Filmin ilerleyen kısımlarında apartman görevlisi Renée ile kurdukları iletişim ve sosyal statü sorgulamaları yer almaktadır.Hiç kimsenin göründüğü gibi olmayabileceğini komşuları Kakuro Ozu sayesinde anlayan Paloma hayatını yeniden gözden geçirmeye başlar.Filmden en sevdiğim replikler ise;


---- "Belkide hepimiz akvaryumdaki balıklar gibiyiz" ...

----“Önemli olan ölmek değil ki! Öldüğün sırda ne yaptığın. Renee sen öldüğün sırada ne yapıyordun? Sevmeye hazırlanıyordun değil mi? ''

--- Neden kimi insanlar daha derin düşünür? Neden farklı olan diğer aynılar tarafından ötelenir, hor görülür? Neden bazı şeyleri anlamaya çalışmak yerine körü körüne inanılır? Neden bir akvuryumda balık olmak yerine salyangoz olmak isteyene deli denir?

--- Peki neden mi intihar etmekten vazgeçtim? Bilmiyorum... Galiba bir akvaryum dolusu balık arasında salyangoz olmayı seviyorum
.




                Son olarak tabi ki bahsetmeden geçemeyeceğim “Amélie” ‘dir. Amélie  Paris’te yaşamını garsonluk yaparak geçirmektedir. Annesini küçük yaşta kaybedince içine kapanık bir çocuk olmuştur. Tabi bu durum sadece annesinin ölümü değil babasının da yetiştirme tarzından da kaynaklanmaktadır.Zira doktor olan babası tarafından diğer çocuklardan, kalp hastalığı olduğu gerekçesiyle, uzak yetiştirilen bir çocuktur. Aslına bakılırsa babasının yanlış bir teşhisidir bu, çünkü Amélie’nin babasıyla kurduğu nadir fiziksel temas babasının sağlık kontrolleriyle gerçekleşmektedir ve bu kontroller sırasında Amélie heyecanlanmakta, kalp atışı hızlanmaktadır. Amélie de bu yalnızlığın ortasında kendini eğlendirebilmek için, oldukça ilginç ve derin bir hayalgücü geliştirmiştir.



        Amélie bir gün evinde tesadüfen bir kutu bulur ve sahibini araştırmaya başlar. Bu kutu bir nevi bir çocuğun hazine kutusudur. Belkide bu yüzden hemen film insanı kendisine çeker… Birçoğumuzun küçükken bir hazine kutusu olmuştur değil mi? Kutu sayesinde aşkı bulan Amélie’nin hikâyesi sıcak ve samimidir. Ayrıca film müziği de Yann Tiersen tarafından yapılmıştır ve bir harikadır.



                Fransız müziklerini dinlerken yazdığım bu yazıdan ben çok keyif aldım.Umarım sizlerde severek ve sıkılmadan okumuşsunuzdur.Başka bir yazıda görüşmek üzere….:)













               

2 yorum:

hii,ne güzel bir yazı olmuş! <3 sadece Le Herisson'u izlememişim! 0:) ve hemen listeye ekledim ;)
 
Güzel bir filmdir Le Herisson kitabıda vardır...kirpinin zerafeti isimli belki okumak istersin canım :)
 

Yorum Gönder